25 Mayıs 2015 Pazartesi

İki senenin ardından…

Uzun uzun zaman olmuş yazmayalı….

Blogumu ilk açarken hedeflerim doğrultusunda hızla koşup bir yandan da bu yolda deneyimledikleri mi paylaşmaktı amacım. Bir koşturma dır giderken özel hayatımda yaşanan değişikliklerle yazmadığımı yazamadığımı fark ettim. Ara ara aklıma geliyordu yazmak ama nereden başlasam neyi anlatsam karar veremeyip unutup gidiyordum. Derken geçen hafta mülakatlar sırasında gelen bir adayımız “blogunuzun olduğunu gördüm sizin hakkınızda az çok bilgi sahibi oldum” dedikten sonra evet uzun zamandır vakit ayırmadığımı aslından özlediğimi fark ettim. Ve hiç tanımadığım birinden bunları duymak hoşuma gitti, mutlu oldum J

Nerede kalmıştık deyip tekrar yazmaya karar verdim…
En son yazdığımdan beri aslında hayatımda köklü değişiklikler oldu. İnsan kaynakları anlamında attığım ilk adım olan İSMEK’ten evlilik sebebiyle ayrıldım. Evlilik demişken;  İK’ya olan sevgim bu kararda da etkili olup eşimi de aynı meslekten tercih ettim. Hatta ilk tanışmamızı da kırmızı kapaklı insan kaynakları yönetimi kitabına borçluyum J
Evlendikten sonra evde oturmayıp danışmanlık firmalarının birinde işe alım stajyeri olarak çalışmaya başladım. İşe başlamışken tekrar neden stajyerlik derseniz evet her zaman iyi yerlerden başlamak mümkün değil ama ufakta olsa adımlar ata ata devam etmek gerekebilir. Bu süre zarfında çok şey öğrendim ve deneyimledim. Artık biliyorum ki danışmanlık firmaları çok tercih edeceğim yerler değil. Kötü olduğundan değil aksine işin mutfağı. Evet işe alım anlamında öğrenebileceğiniz çok şey var ancak firmaya geçtikten sonra danışmanlık firması belki tek düze gelebilir. İki ay sonra enerji sektöründe faaliyet gösteren bir firmanın insan kaynaklarına geçiş yaptım ve hala devam etmekteyim. Ağırlıklı olarak işe alım sürecinde aktif rol alırken iç iletişim faaliyetlerine ve devam eden projelere de destek veriyorum. Her gün de işe giderken iyiki insan kaynaklarını seçmişim demeden de edemiyorum J


Geçen sene içerisinde işlerin yoğun olduğu bir dönemde kendimi hastanede buldum. Bilmiyorum hiç duydunuz mu nefrotik sendrom diye bir hastalığım çıktı. Açılımı: böbrekler de protein kaçağı. Hızlıca kilo alıp ayaklarımın balon gibi şişmesi gibi belirtileri vardı. Tabi ben de her Türk gibi umursamayıp hatta üstüne topuklu giyiyorum ondan ayaklarım şişiyordur deyip kendi kendime teşhis koydum. Taki annem normal olmadığını fark edene kadar… Sonrasında cerrahpaşanın nefroloji servisinde böbrek için yapılmış biyopsi devamında her gün alınan tüp tüp kan, bir ton kortizonlu ilaç, raporlar vs. derken hastalığın süreçlerini yaşadım. Şimdi turp gibiyim. Bunları neden anlattığıma gelecek olursak bu süreçleri yaşamadan canımın kıymetini bilip ona göre yaşamak isterdim. En başında anlatırken işlerin yoğun olduğu dönemde demiştim hastalanınca anladım ki evet ilk başta biraz sorun oluyor ama işleyen çarkın dişlileri birbirini tamamlayabiliyor. Orta da yapılacak işler varsa herkes bir ucundan tutup ilerliyor. Ama sağlık bir kere gidince bir daha tamiri zor oluyor. Doktorum tüm hastalıkların her zaman biyolojik nedenleri vardır ama bunları tetikleyen psikolojik etkenlerdir dedi. Haklıydı… Hastanede uzun süre geçirdiğim için düşünmeye de fazla vakti oluyor insanın. Düşündükçe gördüm, keşkelerle doldu zamanlarım…  En çok “keşke hayır demeyi öğrenseydim zamanın da” oldu… Hayır diyebilmekte bir yetkinlik benimde gelişime açık yönüm… Ben bir senedir yaşıyorum bu hastalığı devamlı kullandığım haplarım, tuzdan uzak hayatım ve yasaklı yiyeceklerim var artık. Siz siz olun her yere, herkese yetişmeye çalışmayın. Sonradan keşke dememek için yapmadan düşünün ;)

Hastane sürecim boyunca düşündüm, araştırdım ve bol bol okudum… ((Sizlere aktaracak çok keyifli konular biriktirdim. Tekrar kaldığım yerden yazmaya devam edicem.))  Hastaneden sonra işe adaptasyonum çok zor olmadı. Çalışmayı seven biri için işten ayrı vakit geçirmesi daha zordu. Doktorum heyet raporu ile 3 ay daha evde dinlenmem gerektiğini söylese de ben işe dönmeyi tercih edenlerdenim… Evlilik, hastalık, iş, güç derken okulum hala bitmedi L Tez konusunda takılı kaldım. Konum: Kurum Kültürü… Proje araştırmalarımı da zamanla aktarıyor olacağım. Uzun aradan sonra ilk yazımla en kısa sürede görüşmek dileğiyle…

Sevgiler,
Zühre Er ;)

NOT: İki aylık hastane sürecim de 7/24 yanımda olan Anneme, annemin yokluğunda idare eden babam ve kardeşime, Sarıyer’den işten çıkıp Cerrahpaşa'ya oradan her gün Maltepe’ye dönen eşime, işten ayrı  vakit geçirdiğim her gün desteklerini esirgemeyen yöneticim ve ekibime, unutmayıp arayıp soran tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim… Meğer insan böyle zamanlarda yakınlarını yanında görmekten gerçekten mutlu oluyormuş…



5 Şubat 2013 Salı

İnsan İsterse...


İnsan isterse her şeyi yapar…
Bloğumda kendimle ilgili aslında bir şeyler yazıp paylaşmadım çoğu zaman. Şimdi neden paylaşmak istedim peki? Son bir senedir o kadar çok şey yaşadım ki bloğumu okuyanları belki motive eder benim bu yaşadıklarım düşüncesiyle paylaşmak istedim.
Nerden başlasam bilemedim ama en baştan başlamak her zaman daha iyi olur arada konu atlamamış olurum J ((Doğumdan itibaren başlamaya niyetim yok o zaman çok zaman alır))
Üniversiteyle birlikte başladı aslında benim İK günlüğüm…
Üniversite tercihlerimin 24 taneden 23’ü işletme, iktisat ve ÇEKO iken ben tek farklı tercihim olan “bilgi ve belge yönetimini” kazandım. Ne hayalimdi ne de okumak isteyebileceğim bir bölüm! Nedir ki İstanbul Üniversitesindeydim ve bu okulun bu çevrenin bana sunacağı olanaklar olacaktı mutlaka. İstediğim bölüm olmadığı için bir sene daha hazırlanmayı kayıp olarak düşündüm ve istediğim bölüm olmadığı üzülüp kara bahtım kör talihim demedim… Mutlaka isteklerimiz olmadığı zaman bir çıkış kapısı vardır deyip o çıkış kapısını aradım.
Birinci sınıftayım çevremdeki birçok insan ne biliyorsun da neyin stajını yapacaksın derken ben denemekten ne çıkar dedim ve başvurdum. Sonuç: girdiğim ilk mülakatımın ardından 2 saat geçmişti ki “Türkiye Ekonomi Bankası’na başvurunuz ve görüşmelerimiz sonucunda Eylül ayı staj dönemine kabul edildiniz” oldu. İlk senem, ilk mülakatım, ilk staj deneyimim…
Ben okumaya devam ederken gerek bölümümle ilgili staj yaparken bir yandan da hayallerimi nasıl gerçekleştirebilirim de insan kaynakları uzmanı olma yolunda ilerleye bilirimi düşünmeye başladım. Ve alan dışı olmasına rağmen kariyer sitelerinden İK staj başvurularına bulunmaya başladım geri dönüş alamadım. Geriş dönüş alamamam beni ümitsizliğe itmedi çünkü çevremde bu alana ilgisiz birçok insan bu alanda çalışıp staj yaparken ben bu kadar ilgiliyken araştırmalar yaparken ben neden yapa mıyım dedim ve durmadan devam ettim. Madem kariyer siteleri benim ilgimi isteğimi fark edemedi arama süzgeçlerine takıldım bende çözümü firmalara elden başvuru yapmada buldum. Sonuç: Taksim Elite World Hotel’de İnsan Kaynakları stajına kabul edildim J
Staj dönemim boyunca bağlı olduğum idareci sayesinde İK süreçlerinin bir çoğuna şahit olup gerek teorik ve gerek uygulama olarak İnsan Kaynaklarına doğru ilk adımlarımı atmış bulundum. Ve öğrendiklerim beni daha çok heveslendirip hırslandırdı. Artık adımlar atmaya başladığıma göre bunun devamı gelmeliydi ve geldi de. Kariyer siteleri bu sefer farkıma vardı ve ikinci İK stajım ilk staj yerimden geldi TEB’te İK stajına kabul edildim J
İki farklı kurum, farklı sektörde bu deneyimlerimden sonra evet ben İK uzmanı olmalıyım dedim ve hem okurken hem de bu yolda nasıl ilerleye bilirimin yolunu aradım. Sadece staj deneyiminin yeterli olmayıp eğitime de ihtiyacımın olduğunu düşündüm. İnsan Kaynakları Yönetimi, İnsan Kaynakları Uzmanlık Programı, İş Hukuku Mevzuatı ve Bordrolama Yetkinlik Programı, Mülakat Teknikleri, Photoshop, İleri Excel gibi eğitimler aldım. Tüm bunları yaparken okulum bitmeden okuduğum alan ile ilgili olarak Hürriyet Gazetesinde çalışmaya başladım ama hala aklımda İK vardı… Çalışmam biraz zorunluluktu ve beni hedeflerimden vaz geçirmedi.
Okulum bitti eğitimlerim bitti derken HR Dergi’nin Yeni Nesil İK zirvesine Linkedin üzerinden davetiye kazandım. İK zirvesinde sektörün öncü isimlerinin deneyimlerini dinleyip aynı ortamı paylaşmamla kararlılığım daha da arttı. İlk işim kendime bir İK bloğu açmak oldu. Öğrendiklerimi, deneyimlediklerimi bir yerlerde anlatıp farkındalık yaratmalıydım. Adını da İK süreçlerimde bana eşlik edeceği için İK GÜNLÜĞÜ koydum. Ve başladım yazmaya…
Hem iş hem okul dedim ve kararlılığımı mülakatta da belirtip İstanbul Üniversitesi Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları yüksek lisansına kabul edildim. Tabi ardı arkası kesilmedi. Bu bir günlüktü ve devamlılığı olmalıydı. Farklı bir işten İnsan Kaynaklarına geçmeliydim bir çok olumsuz mülakat sonucuma rağmen kararlılıkla devam ettim ve okulda başlamamdan sonra ikinci ayımda iş değişikliği yapıp  İSMEK yönetim merkezinde İK’ya geçiş yaptım. Yaptığımız işimiz ve seçimlerimiz bizi motive ediyormuş bunu görmüş oldum.  Yaklaşık 2 aydır bu şirkette çalışıyorum ve diyebileceğim en güzel şey  “Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın” J
Durun sonrası da var takip ettiğim kariyer siteleri, bloglar vs. derken çok gitmek istediğim fakat o bütçeyi ayıramadığım için gidemeyeceğim İNSAN KAYNAKLARI ZİRVESİ 2013 için twitter üzerinden gerçekleşen yarışmaya katıldım ve gün boyu ikna etmeye çabaladığım twitlerim sonucunda davetiyemi kazandım J Şimdi heyecanla zirve hazırlıkları yapıyorum hangi oturumlara katılmalı? kimleri dinlemeli? Vs.
Diyeceğim şu ki olmaz demeyin, hiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde tırmanmamıştır.
Hayallerinizi gerçekleştirmek için İSTEYİN, DÜŞÜNÜN, YOLLAR BULUN, ÇABALAYIN  ve HAREKETE GEÇİN…
İnsan istedikten sonra neden olmasın ;)
Bu bir günlük olduğuna göre ve ben İK alanın çiçeği burnunda bir çalışan olduğuma göre mutlaka devamı da gelecektir J Herkese kolay gelsin…  Unutmayalım ki: “Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez” La Fontaine…
 

Zühre Turunç
Şubat 2013

Sizce de zaman sadece birazcık zaman mı?


İlkçağlardan günümüze kadar gelen bir kavramdır zaman. Bir eylemin içinde geçtiği, geçmekte olduğu ya da geçeceği süredir zaman. Sabah kalkıp akşam yatana kadar hem ihtiyaçlarımızı karşılamak adına hem de çalışmak adına geçirdiğimiz süreler bütünüdür.  Sanayi toplumuna geçişle birlikte zaman kavramı farklı bir boyut kazanmaya başladı. Zamana olan bağlılık ve günü buna göre planlama gerekliliği 1980’lerde zamanın yönetilmesi gereken bir kaynak olarak anlam kazanmasını sağladı. Ve o gün bugündür de iş yaşam arasında gidip gelen bir koşturma ile zaman içinde kaybolmuş bulduk kendimizi. Akrep ile yelkovanla yarışmaya başladık. Sürekli telaşlı bir koşuş…
Nereye koşuyoruz? Ne için çabalıyoruz? Neden çalışıyoruz? Ve sorularımızın ardı arkası kesilmemeye başladı. Mutlu olabilmenin sahip olmakla özdeşleştirildiği bir dünyada, daha büyük bir ev, daha iyi okullar, daha iyi bir otomobil, daha iyi bir tatil vb. için çabalayıp duruyoruz. Peki, bunların tadını çıkaracak zamanı bulabiliyor muyuz?  Yılmaz Özdil’in babasını kaybettikten sonra Hürriyet Gazetesi‘nde (05.01.2012) kaleme aldığı yazısında aslında çok güzel özetlemişti yaşadığımız bu koşturmayı, zamana ayak uyduramayıp sonrasında yaşadığımız pişmanlıkları ve keşkelerimizi… “(…) işe güce koştururken, bir saniye daha onunla beraber olamadığım için, bir kadeh daha parlatamadığım için, ha bugün ha yarın derken, bir kez olsun daha sarılmayı ötelediğim için(…)”
Eflatun’a sormuşlar “insanların sizi en çok şaşırtan davranışları nedir?”. Eflatun yanıtlamış; “insanoğlu çocukluktan sıkılır, büyümek için acele eder, sonra da çocukluğunu özler. Önce para kazanmak için sağlığını harcar, sonra da sağlığını kazanmak için parasını. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, sonra da hiç yaşamamış gibi ölür. Hayata hazırlanmaya o kadar zaman harcar ki hayatı yaşamaya zamanı kalmaz. Yarını o denli düşünür ki, bugünün elinden kayıp gittiğini fark etmez bile. Oysa hayat geçmişte ve gelecekte değil, şimdiki zamanda yaşanır” demiş.
Zamansızlıktan şikayet etmeyen yok sanırım! Okumaya zamanım yok! Spor yapmaya yürümeye zamanım yok! Dostlarla oturup kahve içip sohbet etmeye zamanım yok! Dolaşmaya yeni yerler görmeye zamanım yok! Sinemaya, tiyatroya gitmeye zamanım yok! Sahil kenarında oturup nefes almaya zamanım yok! Ailecek pikniğe gidebilecek zamanım yok!  Nerde yaşıyorsak yaşayalım her yerin ayrı güzellikleri söz konusu. Elimizin altında değerlendirilebilecek bu kadar çok şeyin olduğu bir dönemde hiçbir şeye zaman ayıramayıp sürekli bir zamansızlıktan şikayet ediyoruz. Peki bu zamanlar nereye gidiyor? Bunun nedeni aslında çok basit zamanı etkin kullanamadığımız için zamanın tutsağı oluyoruz.
İki insan arasındaki fark sahip oldukları zaman değil, onu nasıl kullandıklarıdır. Örneğin; Bill Clinton, zamanında koca bir devleti yönetirken her sabah 1 saat koşmaya zaman ayırabiliyordu. Atatürk; bir yandan ülkeyi yönetip, stratejiler oluşturup cepheleri yönetirken diğer yandan kitap okumaya vakit bulabiliyordu. Çevrenizdekileri düşünün aslında zamanı etkili kullanabilen bir çok örnek görmeniz mümkün. Örneğin çalışan anneler biryandan iş, bir yandan ev, eş ve çocuklarına vakit ayırabiliyorlar. Tanıdığım bir doktor hem çalışıp hem de hobi olarak dalıp balık tutmaya vakit ayırabiliyor. Ya siz?
Düşünmeye, okumaya, eğlenmeye, sevmeye ve sevilmeye zamanımız var mı? Ya da hayal kurmaya? Gülmeye? Yeni bir şeyler öğrenmeye, yeni yerler görmeye ve yeni insanlarla tanışmaya zamanımız var mı? Sahip olduklarınızın keyfini çıkarmaya zamanınız var mı? “Eğer doğru kullanırsak zamanımız yeterlidir” der Goethe.

Geri getirilmesi olanaksız olan tek şey zamandır. Zaman yönetimi, amaçlara ve hedeflere ulaşmada önemli bir kaynak olan zamanı verimli kullanma çabasıdır. Zaman yönetiminde söz konusu olan, mevcut zamanda nelerin yapılabileceğinin planlanmasıdır. Elbette ki, zamanımızın tamamına yakınını çalışarak geçirmek, zamanı yönetmek demek değildir.  Ancak psikolojik, sosyolojik ve diğer ihtiyaçlarımızın karşılanabilmesi için de zamana ihtiyacımız vardır. Zaman yönetiminin temel ilkesi “Yaşam seçimlerimizden ibarettir, zaman yönetimi de öyle. Neyi seçersek onu yaşarız, ne ekersek onu biçeriz.” Eğer her şeyi yapmaya zaman bulamıyorsanız başka bir şeye zaman ayırmayı, önem ve öncelik vermeyi seçmişsiniz demektir. Öyleyse öncelikli soru: Yaşamdaki seçimlerimiz doğru mu? Önceliklerimizi doğrumu seçmişiz?  
Sorun sadece zaman mı yoksa seçimlerimiz mi?
Devamı gelecek (…ve zaman yönetebilecek miyiz?) J

Zühre Turunç
Şubat 2013

 

 

 

29 Kasım 2012 Perşembe

Ve Aralık...

Ajandam da hayatımda renk renk...



Yılın son ayıda başlamak üzere…
Aralık dediğimiz zaman tatlı bir telaş başlar… Yıl sonunda bitirilmesi gereken işler biran önce bitsin isteriz ki yeni yıla yeni işlerle temiz bir sayfa açalım… Açtığımız bu temiz sayfayı seçmekte Aralık ayına kalır J Benim olmazsa olmazımdır elimin altında küçük bir ajandam ve masa takvimim… O takvimin günleri doldukça hayatı boşa geçirmediğim dolu dolu yaşadığımı hissediyorum… Sizde kendinize uygun ajandaları D&R ve Mephisto’da bulabilirsiniz yani en azından ben oradan buldum J




Ben tercihimi küçük İstanbul ajandalarından yana kullandım, her yerde bana eşlik edebilecek boyutlarda olduğu için…

Ajandalar artık olması gerekenin yani sadece günleri belirtmenin dışında her sayfada farklı bir karşılama ile sunuluyor. Geçen 2 senedir kullandığım masamdan eksik olmayan ajandam Metis yayınlarına ait.. Her sene farklı bir tema ile sunuluyor.. Bu sene ajanda başlığı “olmayan kelimeler” idi 2013’te ise “Ayvayı yedik” ile karşımıza çıkacak…
Herkese kolay gelsin ;)

15 Kasım 2012 Perşembe

Monotonluk




MONOTONLUK

 Bu yazımda Alain de Botton’un “Çalışmanın mutluluğu ve sıkıntısı” adlı kitabından yola çıkarak kendi çalışma yaşamımı da göz önünde bulundurarak “çalışma hayatındaki monotonluğu” ele aldım.

Öncelikli olarak monotonluk, işin aynı tempoda ve sürekli tekrarlanarak yapılmasının verdiği yorgunluk ve bıkkınlık halidir. Çalışma psikolojisi açısından monotonluğun anlamına baktığımızda ise “İşyeri koşullarındaki düzensizlikler ve insanın bedensel ve zihinsel yapısına uygun olmayan koşullardan kaynaklanan psikolojik yorgunluklar” olarak değerlendirilmekte.

İş yaşamında monotonluk yeni yeni gündeme gelip bir sorun olarak görülmeye başlansa da aslında yıllar önce Karl Marx ‘yabancılaşma teorisi’yle şu an üzerinde durduğumuz monotonluk konusunu açıklamıştır. Marx’ın yabancılaşma teorisine göre,

Kişinin kendi emeğine yabancılaşması: Yabancılaşmanın asıl kaynağı da iş bölümüdür. Bir iş ne kadar ufak parçalara ayrılıyorsa genel yapıdan o kadar uzaklaşılır.  Ve bir bakıma uzmanlaşma yabancılaşma olarak adlandırılıyor. Örneğin; bir terzi hazır giyim getirilmeden önce diktiği elbiseyi tüm ayrıntılarıyla kendi üretirken (emeğini, özverisini, yaratıcılığını katarak) hazır giyimde sadece paça yapar yada görevi neyse onla ilgilenir hale geldi. Sadece paça konusunda uzman oldu, el çabukluğu kazandı belki ama diğer alanlarda köreldi beklide hiç bilgisiz hale geldi. İnsan, Marx"a göre, kapitalist düzende söz konusu özsel niteliklerinden uzaklaşır, özüne yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir. Yeni çalışma düzeni yaşamda bir makine olarak düşündüğümüzde çalışanlarda makinelerin dönem irili ufaklı çarkları konumuna geliyor. Bu küçük çarklardan biri arızalandığı zaman o parça değiştirilip yerine yenisi geliyor ve makine çalışmaya devam ediyor. Tıpkı iş yaşamında olduğu gibi…

Kişinin kendi emeğinin ürününe yabancılaşması: Teknolojinin bize sunduğu faydaların değeri inkar edilemez ancak bizi çalışan robotlar haline getirdiği de bir gerçek. Kişinin kendi emeğinin ürününe yabancılaşmasını, çalışanların aslında yaptığı işlerin farkına vararak yapmamaları olarak yorumlamamız mümkün. Buna bir örnek olarak bankacıları düşünebiliriz. Bankada gişe memuru müşterisinden parayı alır, bilgisayarda işlemi yapar, parayı sayar ve kasaya koyar sonra makbuz keser imza karşılığında makbuzu imza karşılığında verir, işlem tamamlanmış olur. Ancak sorulduğu zaman gelen paranın hangi kodla hesaba girdiği, müşteriyi hangi muhasebe koduyla işlem yapıldığını bilmez. Çünkü sistem otomatik olarak gerçekleştirdiğimiz için kodlara ihtiyaç duymuyoruz ve bilmiyoruz. Eskiden manüel sistemle girildiği için banka çalışanı kodu da kendi girdiği için işlemi neden niçin nasıl yaptığını gelişim sürecini biliyordu. Şimdi sadece bilgisayarda iki tıkla işimizi hallediyoruz ve nedenini bilmeden bilinçaltımıza işlendiği haliyle gerçekleştiriyoruz.

Kişinin çalışma, çalışma ortam, çalışma arkadaşına yabancılaşması: İnsanlar yüzyıllardır ortak iş yaparken artık herkes bireysel çalışıyor. Rekabet içinde olan çalışma ortamlarında çalışanlar birbirini rakip görür hale geldi. Herkes birbirinden biraz daha fazla şey bilip öne geçme çabasında. Ben merkezci olup kendilerini üstün kılmak istiyorlar. Takım çalışması, ekip çalışmasından gün geçtikçe uzaklaşılıp bireysel çalışma ortamları doğmuş oldu. Başkasının emrinde çalışacağıma kendi işimi kurarım diyerek bireysel çalışma alanları çoğalmaya başladı. Ve bireyler kendilerini toplumdan soyutladı.

Kişinin kendine ve insanlığa yabancılaşması: Çalışanları yada bireylerin herhangi bir konuda yaptıkları iş zevk vermiyor kişileri tatmin etmiyor. Çünkü çalışma hayatında insanlar bir ürün çıkaramaz hale geldi ve kendi yeteneklerini ortaya koyamıyor. Bu yüzden de yaptıkları işlerden sıkılıyorlar çünkü insanlar yaptıkları işin sonucunu görmek isterler. İnsanlığa yabancılaşma ise topluma faydalı olmaktan uzaklaşılıp çalışmayı artık sadece para ve statü kazanma olarak görmemizden kaynaklanıyor. Bir araştırmaya göre 1. sınıfa başlayan tıp öğrencilerine sormuşlar neden Tıp okumayı tercih ettiniz. Gelen cevapların büyük çoğunluğu topluma faydalı olabilmek için demiş. Bundan yola çıkarak Tıp kazanamasaydınız 2. tercihiniz neydi denildiğinde ise beklenen cevap eczacılık, diş hekimliği, öğretmenlik vs beklenirken (topluma faydalı görülen meslekler) çıkan sonuç mühendislik olmuş. Bu da aslında işin bize katacağı kazanç ve statüye göre seçim yaptığımızı ortaya koyuyor.

Zaman ilerledikçe teknolojik gelişmelere hayatımıza girmeye devam ettikçe çalışma ve çalışma hayatımızda da büyük değişiklikler meydana geliyor. El kabiliyetiyle ya da basit aletlerle yapılan işlerin çoğunun yerini mekanik aletlerin ön plana çıkıp makineleşmenin ilerlemesi kişilerin işlerdeki hareketlerini kısıtlamıştır. Küçük çaplı atölye de üretimin yerini de fabrikalar almaya başlamasıyla, tek düze çalışma tek düze üretim ortamları oluştu. Sanayileşme ile birlikte gerçekleşen iş yaşamındaki makineleşmenin sonucunda çalışan üzerinde mutsuzluk ve iş tatminsizliğini ortaya çıkarmıştır. Makineleşmeyle birlikte yapılan işler bölümlere ayrılmış ve kişi sadece kendi bölümden sorumlu hale gelmiş. Örneğin bir ayakkabı üreticisi ayakkabının tabanından en son bağcığının takılmasına kadar tüm süreçlerde kendi etkinken seri üretimde sadece tüm ayakkabıların bağ takma işleminin sorumluluğu yüklenmiştir. Böylelikle çalışan işe geldiği zaman sürekli ayakkabı bağı taktığı için yaptığı işte bir çeşitlilik olmadığından sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. 

Eski teknolojide mimarlar daha başarılı işler yaparken şimdi imkân varken neden başarısız olduklarını araştıran bir kişi elde ettiği sonucu şöyle açıklamıştır. Eskiden mimarlar zanaatkardı, elinde projeyi kendi kalemiyle çizip sonra yerinde gidip inceleme yapıp binayı ona göre konumlandırıyorlarmış. Yerin yönü, güneşe göre konumu, coğrafi özellikleri değerlendirilerek projeye başlanıp bitiriliyormuş. Şimdiki mimarlar inşaatın yapılacağı bölgenin önlerine sunulan haritası ve krokisi üzerinden AutoCad programı ile projeyi yapıp yerleştiriyor. Çok nadir gidip inceleme yapıldığı için projenin başından sonuna önlerine sunulanlar arasında tercih yapıp projeyi devam ettiriyorlar. Görme, hissetme ve inceleme olmadığı içinde başarısız olduklarını öne sürmüş.

Tek düze çalışma ve monotonluk iş ile ilgili stres kaynağıdır ve buda çalışanın performansını olumsuz yönde etkileyen büyük bir sorundur. Kendi çalışma hayatlarımızı mercek altına alacak olursak eğer idari bir işte çalışıyorsak bizimde bu monoton hayatın içinde olduğumuzu görürüz. Her gün aynı saatlerde gelinen bir ofis ortamı aynı masa aynı kişiler ve her gün bir birini tekrarlayan aynı işler. Bu da belli bir süre sonra kendimizi etrafımızdan soyutlamamıza neden oluyor ve belli süre sonra dikkatsizleşmemizi neden oluyor. Neticesinde de iş performansında düşmeler karşımıza çıkıyor.

Bu durumu bir döngü içinde açıklarsak eğer; monotonluğun oluşması iş tatminini düşürür. İş tatmininin düşüşü işe harcanacak çabayı etkiler. İşe gösterilen çaba da performansı düşürür.

Kitapta yer alan birçok meslek ve çeşitlilik söz konusu hepsinin de kendine özgü incelikleri ve belli bir iş süreçleri var. Kimi bahsettiğimiz gibi bir iş standardında ilerlerken kimi ortam ve iş koşullarında sürekli değişim yaşamakta. Belli standardı olan işler daha monoton ve sıkıcı hal almakta. Diğer taraftan iş hayatında sürekli değişim hareketlilik olması tek düzelikten kurtarıyor.  Bizim monoton olarak nitelendireceğimiz bir iş bir kısım çalışanlara iyi gelebilir. Bu yüzden de yapılan iş ve işi yapan kişiye göre değişen bir kavramdır. 

Genel olarak düşünürsek iş yaşamındaki monotonluğu giderebilmek için belli başlı uygulamalarla bu durumu giderebiliriz. Standart bir işe sahip kişilere tek bir işin yanı sıra farklı işlerde öğreterek görevlerinin de çeşitliliğe gidebiliriz. Çalışma ortam ve koşullarında imkan dahilinde yapılacak değişimler monotonluktan çıkarabilecek önemlerden biri olabilir. Şirket politikası ve sektör buna müsaade ediyorsa iş yerinde yapılacak bir rotasyonla kişi bazlı olarak monotonluk için bir çare olabilir. İdari işlerde kişiyi işe yoğunlaştırmak için yetki verilebilir yada düşünce belirtip kararlarını sunabileceği ortam yaratırsak işiyle ilgi performansı artacak ve monotonluk duygusu azalmış olacaktır. Öte yandan üretim firmaları yada tek düze çalışan yerlerde iş ortamı, saati ve koşullarında bir değişime gitmemiz zor olabilir ancak iş sonrası şirket içi faaliyetler yada kişilere sunulacak sosyal faaliyetler ile kişinin iş yerine duyulan heyecanı arttırılıp işe bağlamamız ve tek düzeliğe katlanmasını sağlayabiliriz.

Not: Çalışma hayatındaki monotonluğu nasıl giderebiliriz? konusuna bir dahaki yazımda ayrıntılı değinmek istiyorum.

Zühre Turunç
Kasım 2012



10 Ekim 2012 Çarşamba

Y Kuşağını Anlamak


SEMİNER: “ Y Kuşağını Anlamak”

Günümüzün en güncel konularından biri olan Y kuşağını Y Kuşağından dinliyoruz. "Y Kuşağını Anlamak" Konulu seminerimiz Vodafone'dan Sezai Kayaoğlu'nun moderatörlüğünde 13 Ekim Cumartesi günü İTİCÜ Eminönü Kampüsünde..
Aktiviteye katılım ÜCRETSİZ olup, aktiviteyle ilgili detay bilgiler aşağıda verilmiştir.


        Y Kuşağının temsilcileri anlatıyor:
              1. İş hayatından neler bekliyoruz?
              2.  Çalışılan sektör ve şirket tercih nedenleri (Önem sıralaması nedir?) (iş başvurularında nelere dikkat ediyoruz?)
              3.  Yöneticilerimizden ne bekliyoruz?
              4.   Neler Bizi Motive eder?

Moderatör: Sezai Kayaoğlu - Vodafone
Konuşmacılar :
1. İskender Bayrak - Türk Telekom
2. Metin Akkaya - Medikal Park
3.  Hatice Şimşek - LCW
4. Melek Aydoğan - Öğrenci - Marmara Üniversitesi

Yer: İstanbul Ticaret Üniversitesi Eminönü Kampüsü
Adres: Ragıp Gümüşpala Cad. No:84 Eminönü / İSTANBUL – (0212) 511 41 50
Tarih – Saat: 13 Ekim 2012 Cumartesi 14:30 – 17:00

Kayıt İçin: http://www.birlikteik.com/index.php?p=et&s=200000035

21 Eylül 2012 Cuma

Beklenen vakit geldi


Beklenen vakit geldi J
6. Beyoğlu Sahaf Festivali Başlıyor!!!
İlk zamanlarında Taksim gezipark’ta kurulan Sahaf Festivali bu sene kapılarını 25 Eylül'de Tarlabaşı TRT binasının yanında saat 11:00 ile 23:00 arasında açacak. 14 Ekim tarihine kadar sürecek ve çeşitli etkinliklerin düzenleneceği festivale yetmiş dört sahaf katıldığı belirtiliyor.
Her sene keyif alarak gezdiğim sahaf festivali için bu yılda heyecanla bekliyordum ki o günler gelip çattı kapımıza dayandı… 25 Eylülden itibaren sabah 11’den akşam 11’e genç, yaşlı demeden 7’den 70’e herkese hitap edecek olan festivale vakit ayırıp da bir uğramanızda fayda olduğunu düşünüyorum.  Herkesin kendinden bir şey bulabileceği festivalde kitapların yanı sıra dergiler, eskiye ait yazılar, eski fotoğraflar, film, tiyatro afişleri, levhalar, plaklar, mektuplar, kartpostallar ve özel koleksiyonlar da yer alıyor. 

Haydi herkes festivale J kitap okuyalım ve okutalım!!!

Eylül 2012